Yakın tarihe büyük bir ilgi duyan merhum gazeteci-yazar Ahmet Kekeç’in önemli eserlerinden biri de Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’le ilgili olarak yazdığı 167 sayfalık “Ali Şükrü Bey Cinayeti” adlı kitaptır. Merhum Kekeç, kitabıyla ve Ali Şükrü Bey’le ilgili şu görüşlere yer vermişti: “İtiraf etmem gerekirse, Topal Osman hakkında yazdığım ve başımdan epey tatsız olay geçmesine neden olan yazıya kadar Ali Şükrü Bey konusunda pek fazla bilgi sahibi değildim. Topal Osman, Ali Şükrü Bey’in katiliydi. Peki Ali Şükrü Bey kimdi? İşte derlemeyi yazmaya oturmadan önce, sırf merak saikiyle konu hakkında bazı kitaplar karıştırdım. Bunlar, çoğunlukla bilinen ama ciddi bir tasnife tabi tutularak bir araya getirilmesi gereken türden bilgiler içeriyordu. Ama bu bilgilerin günün birinde işe yarayacağını, bir derleme çalışması olarak ortaya çıkacağını doğrusu tahmin etmiyordum.
Ali Şükrü Bey ilginç bir kişilik. Müslüman… Vakur ve vatanperver. Bir cinayete kurban gitmiş… İşin ilginç tarafı, Ali Şükrü Bey’i ortadan kaldırmakla görevlendirilen Giresunlu Topal Osman Ağa’nın da aynı akıbete kurban olması…”
O, “Yağmurdan Sonra” bembeyaz güzel atlara binip “En Güzel”e Gitti.
Hikâye ve roman sahasında da kalem oynatan Ahmet Kekeç, 1999’da Tuzla Belediyesi’nin düzenlediği Roman Yarışması’nda “Yağmurdan Sonra” adlı romanıyla birincilik ödülünü kazanmıştır. “Yağmurdan Sonra” Ahmet Kekeç’in 28 Şubat sürecinin sancılarını kaleme aldığı bir romanıdır. Bu roman ilk hikâyelerini içeren “Son İyi Şeyler”den yaklaşık 15 yıl sonra yazılmıştır. Romanda eski bir yayıncının devletle olan sıkıntıları, aile ilişkileri ve gönül meseleleri anlatılıyor. 191 sayfalık roman bizim hayatımızdan kesitler sunuyor. Yazar, gördüklerini ve yaşadıklarını anlattığı için okuyucuyu fazlasıyla etkiliyor.
Ahmet Kekeç, son yıllarda çalışmalarını roman üzerine yoğunlaştırmıştı. O, “Yağmurdan Sonra” romanını yazdığı tarihten yirmi yıl sonra “Ulufer” adlı ikinci romanını kaleme almıştı. Kitap, Mayıs 2019’da Turkuvaz Kitap Yayınları arasında okuyucuyla buluşmuştu. O, söz konusu bu romanda 1970’lerden 1980’lere kadar gelen zaman dilimini ve o süreçteki değişim ve dönüşümleri anlatıyordu. Babasının ölüm haberini alan Mehmet Ali’nin ruhî sarsıntısıyla başlayan roman, dönemin sosyal ve siyasal hayatına da ayna tutuyordu. Yazar roman kahramanı Mehmet Ali’nin şahsında taşrayı da anlatıyordu.
İman ve imanî hakikatler ateş olsa da o, bu ateşe gönüllü bir pervane oldu.
Ahmet Kekeç, nefes aldıkça vesayetçi zihniyetlerle hep savaştı. Doğru bildiğini her zamanda ve zeminde hiç çekinmeden kararlılıkla söyledi. Hak ve hakikat çizgisinden bir milim bile şaşmadı. Yazması sudan sebeplerle yasaklanınca müstear isimlerle kalem hizmetini yine bir şekilde sürdürdü. Hakikat ateş olsa da o bu ateşin etrafında bir pervane gibi döndü. Haramzâdelerin sahte gül bahçesi yerine, ateşe pervane olmayı tercih etti.
Ahmet Kekeç bir öfke ve kavga adamıydı. Fakat onun kavgası ve öfkesi şahsî değildi. Kavgası nefsiyle ve millet düşmanlarıylaydı. Zira milletin dostları onun dostu, düşmanlarıysa düşmanıydı. Hiçbir zaman şahsî kaprislerin kölesi olmadı. Nefsini daima düşman belledi.
Ahmet Kekeç polemiği seven bir kalem erbabıydı. Kimseye müdanası yoktu. Mert ve sert bir insandı. Karşısında duranlara ağzının payını vermekten hiç çekinmezdi. Fırsat buldu mu lâfı gediğine oturturdu. Geçmişte Mehmet Akif-Tevfik Fikret, Peyami Safa-Nurullah Ataç arasında gerçekleşen o meşhur polemikleri bize hatırlatıyordu.
Bir Anadolu insanı olan Ahmet Kekeç munis havalarda değil, fırtınalı havalarda rüzgâra karşı yürümeyi seven güçlü bir dava ve irade adamıydı. İşsiz ve aşsız kalsa da doğru bildiklerini ifade etmekten geri durmadı. Sözleriyle değil, tavır ve davranışlarıyla öne çıktı.
Ahmet Kekeç, basiret ve feraset sahibiydi. Yeri geldiğinde susması da, yeri geldiğinde konuşması da Allah içindi. Şeytan taşlamaktan asıl işlerini yapmaya fırsat bulamıyordu. 28 Şubat’ta yapması gerekenleri eksiksiz yaptı, tam da durması gereken yerde durdu. Ne kimsenin hakkını yedi ne de hakkını yedirdi. Hakikat taşlarını yerine koymasını bildi.