Ülkemizde tarihe bakış açımız birçok açıdan sorunludur. Zira bu hususta objektif olamamak gibi müzmin bir hastalığımız mevcuttur. Oysa tarihî hakikatler dönemden döneme değişmemeli, siyasete asla alet edilmemelidir. Her siyasî zihniyete göre farklı şekillerde dizayn edilen tarih, bir başka deyişle tarih biliminin popülerleşmesi ciddi bir sorundur. Zaferleri hezimet, hezimetleri zafer diye göstermek milletlerin tarihe yaklaşımında tutarsızlıkları da beraberinde getirmektedir. Bu da tarihe ve tarihçilere olan güveni zedelemektedir. Bazı kişilere ve milletlere olan nefretimiz hakikatleri perdelememelidir.
Yılmaz Öztuna’nın, gençliğin tarih bilinci edinmesinde büyük hizmetleri olmuştur.
Yazdıklarıyla ve esas duruşlarıyla bizlere tarih şuuru kazandıran çok önemli tarihçilerimiz vardır. Bunlardan birisi de çok kıymetli bir tarihçimiz olan merhum Yılmaz Öztuna’dır. Gençliğin tarih bilinci edinmesinde, geçmişle gelecek arasında sağlam köprüler kurulmasında Yılmaz Öztuna’nın büyük hizmeti olmuştur. Zira o, sıra dışı tarih yazıcılığıyla tarihi büyük küçük herkese sevdirmiştir. Zira onun tarihe bakışı yekparelik (bütünlük) arz ediyordu. Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar, tarihimize bütüncül gözle bakıyor, devletler ve aktörler değişse de sahnedeki milletin Türk milleti olduğu gerçeğini vurguluyordu. Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı ayrı milletler değil, “Türk” olarak adlandırabileceğimiz çınarın birer dalıydı. Bunları farklı devletler olarak görmemek lazımdı; bunlar ancak birer hanedanlık olarak görülebilirdi. Biz bugünkü devletimiz olan Türkiye Cumhuriyetini tek başına ele alma gafletine düşersek bu devletin köklerini en çok 100 sene evveline kadar götürebiliriz. Oysa Türkler 100 sene evvel tarih sahnesine çıkmadılar. Türk milleti olarak tarih sahnesine çıkışımız en az 2200 sene evveldir. Türkiye Cumhuriyeti, şanlı milletimizin kurduğu son bağımsız devlettir. Bu bakış açısı merhum Yılmaz Öztuna’nın ortaya koyduğu ve savunduğu doğru bir bakış açısıydı. Eski yeni ayrımı yapmadan, onun tarihe bu bütüncül bakışı, tarihî malumatlara olan güveni de artırmıştır. Onun, milletimizin geleceğine dair şu isabetli değerlendirmesi dikkate değerdir:
“Tarihle de uğraşan Namık Kemal, şair sezişiyle ‘Değişmez fen mi vardır, müstakar/eşya mı kalmıştır?’ demiştir. Ben, sınırları bir iki asır olsun değişmeden kalan hiçbir devlet bilmiyorum. Şüphesiz mânevi değerler daha sürekli, daha kalıcıdır. Hatta ebedî olabilir. Maddî nesneler ise devamlı değişir. Ve toplumların geleceğini değiştirir.
Bütün milletler gibi Türk milletini de nasıl bir gelecek bekliyor? Türk devletinin istikbâli nedir? Herhalde bugünkünden epey farklıdır. Zira geçmiş dönemlerde de çok farklı idi. Bu sürekli, bitip tükenmek bilmez oluşumu, son çizgi sanmak kadar gaflet olamaz. Böylesine bir gaflete düşenler devlet yöneticisi iseler, milletlerinin, çocuklarının, ileriki kuşakların geleceğiyle oynarlar. Zira Arz denen önemsiz gezegenin Tarih çağına girişi 5.000 yıldan az fazladır. Ama Arz’ın daha birkaç milyar yıllık ömrü vardır… 1800 Türkiye’si, Nizâm-ı Cedîd Türkiyesi’dir. 1850 Tanzimat Türkiye’si, 1900 Mutlakıyyet Türkiye’si, 1950 Demokrasiyi Tecrübe Türkiye’si… 2000 Türkiye’si Demokrasiye Geçiş…
Atalarımız bizim Meriç’le Ağrı Dağı arasındaki asgarî sınırlar içinde hür ve mutlu yaşayabilmemiz için akıl almaz fedakârlıklara katlanmışlardır. Bu toprakların her karışını kan ve terleriyle yoğurmuşlardır. Gaflet uykusuna dalmamak için göz kırpmamışlardır. Gerçi asırların yorgunluğuyla kendilerinden geçtikleri, uyudukları olmuştur. Ama tekrar uyanıp, daha büyük fedakârlıklar sergilemekten vazgeçmemişlerdir. Bunca gayret, hep gelecek nesillerin mutluluğu için göze alınmıştır. İnsanın fâni olmayan tek özelliği, işte bu devamlılık azmidir. 2500 yılı Dünyası, birçok yıldızı iskân etmiş bir Arz’dır. Kâinatın fethi asırlarında da atalarının mânevî değerlerinden kopmamış milletler, varlıklarını devam ettireceklerdir. Rehâvet, umursamazlık, ahlâksızlık, bencillik uçurumuna düşmemiş toplumlar için gelecek açık ve ümit doludur.”(Türkiye Gazetesi-07 Ocak 2012)